9 Eylül 2009 Çarşamba

Anneanneciğim...

Anneannceğim
Biricik anneanneciğim
Sen gittin ya
Dünya çok değişti
Sen bir dönemin
Siyah beyaz fotoğraflarında
Sararmış yapraklarında kaldın.
Akşamüstü güneşinin huzurlu, sıcak ışıklarında kaldın
Eskilerin tozlu kokusunda
Beyaz dantellerin işlemelerinde kaldın sen.
Bir zamanlar eski kaldırım taşlarında, caddelerde, sokaklarda
Bir ayak izin vardı ya
Şimdi hepsi bir bir silindi yeryüzünden
Karıştı toprağa.
Sana ait ne varsa hatıralarda şimdi
Bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz herşey...
Gümüş saçlı, bakır gözlü anneannem benim
Senden geriye yokluğun kaldı
Senden geriye ÖZLEM!

7 Eylül 2009 Pazartesi

Ölüm hiç önemli değil..!

"Şunca yaşamın içinde ölüm için, ölen için gözyaşı döktüğümü anımsamıyorum. Bir evin en önemli kişisi, en yakınım ölünce de duygum değişmemiştir. Yaşamın içinde olupta ölü için gözyaşı dökenlere çok üzüldüğümü söyleyebilirim. Susmuş bir ev, canlılığını ve yaşam kavgasını duraksatmış bir ortam için elbette üzülürüm. Ve üzüntümün ağır yanı burasıdır. Ölümümde eşim, çocuklarım en yakınlarım bile tek bir damla gözyaşı dökmesin istiyorum. Benim için caddeleri dolaşsınlar, bir gazete alsınlar, bir kitap karıştırsınlar, kalabalık bir sinemaya gitsinler, bir konferans, bir konser dinlesinler. Ölüm hiç önemli değil, yaşam var dağ gibi, yaşam var gökyüzü, deniz...”


Ümit Kaftancıoğlu

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Her şeyi boş vermişim ben.
Gözlerimi bile bulutlarda unutmuşum
Ruhumu denizlerde...
Akıntıya bırakmışım kendimi
Sürüklendikçe suyun pürüzsüz teninde
Tüm hücrelerim suyla dolmuş taşmış
Arınmış bütün her şeyden.
Ruhum umutsuzluklarından, gözyaşlarından,
Nefretlerinden, bütün gizlerinden arınmış;
Düşündüklerimden, düşünmediklerimden,
Beynimden, kişiliğimden çekilmiş ruhum.
Soğuk sulara geldiğimde o ve ben
Başka başka şeyler olmuşuz.
Ben geride kalmış, unutulmaya yüz tutmuşum,
Ruhum arınmış, hafiflemiş,
Bulutlara karışıp
Unuttuğum gözlerimi bulmuş
Ben yosunların arasında yaşayan
Bir deniz böceği olmuşum,
O gökyüzünde bir bulut
Ben ölmüşüm
O özgür!

Son Kez ve Sevgi Dolu

Dar ve ışıkları loş bir sokakta yürüyorum. Gözlerimi yerden ayırmadan, içimde yalnızlığımla ağır ağır yol alıyorum. Bu dar sokağa nereden geldiğimi ve kendimi nerede bulacağımı bilmiyorum. Bu geceyi sonlandıracak bir gündüze bile inanmıyorum. O sırada biraz ilerden gelen ayak seslerini duyuyorum. Sesin geldiği yere doğru usulca başımı kaldırıp bakıyorum ve “onu”, inandığım ilk gerçeği görüyorum. Korkuyorum bu dar, loş ışıklı sokaktan. Ona yetişmek için adımlarımı sıklaştırıyorum. Korkuyorum ona yetişemeyeceğim diye. Bu korku bütün bedenimi sarıyor. Halbuki ona sesimi ulaştırabilsem bir daha onu kaybetmeye bu kadar yaklaşmayacağımı biliyorum. Olmuyor, bir türlü onu yakalayamıyorum. İçimde yalnızlığım ve ben birbirimizden kurtulmak istercesine çırpınıyoruz. Sokak git gide daralıyor. Yetişmek için koşuyorum. Nefes nefese... Fakat o hâlâ bana çok uzak. Dar, loş ışıklı sokağın bütün ümitsizliği içime çöküyor. Dudaklarımı kıpırdatıyorum bir şeyler söylemek için; ama sesim çıkmıyor. Engel olamıyorum onun sıcaklığından uzak kalmaya. Geldiği gibi gidiyor. Ona son kez bakıyorum bu anı sonsuza dek hatırlamak için. Ne koşuyorum ne yürüyorum. Durmuş sadece onu izliyorum. Benden nasıl git gide uzaklaştığına bakıyorum. Son kez ve sevgi dolu... Bir anda duruyor ve bana dönüyor. O aşkla dolu gözlerini görüyorum. Sıcacık gülümsüyor, nefesini hissediyorum. Boşuna ümitsizliğe kapıldığımı anlıyorum. Halbuki ne kadar yakınımdaymış. Elini uzatıyor bana. Usulca; ama güvenle tutuyorum. Artık yan yana yürüyoruz. Ellerimiz bir, güneşin doğduğu yere doğru yol alıyoruz. Arkamızda dar, loş ışıklı bir sokak... İçimdeki yalnızlığımı orada tek başına bırakıyorum. Köşeyi döndükten sonra bitiyor karanlık. Artık bu gündüzün bir gecesi olduğuna inanmıyorum.
Önce veranda da içtiğim şaraplara kızdılar
Sonra salonumda yaptığım tangolara
Tango aşktır.
Aşklarıma da karıştılar.
Bol yıldızlı bir gecede
Çam ağaçlarının kuytusunda
Bir erkekle öpüştüm
Bizi ele veren ateşböcekleri miydi
Yoksa çekirgeler miydi
Bilinmez
Ama öpüştüğüm duyulunca sessiz bir feryad kopardılar
Bağırsalar, küfür etseler, saçlarımdan sürükleseler
Bu kadar şiddetli olmazdı.
Manyetik bir akımdı sanki yarattıkları
Beni bağnazlıklarının küflü,n rutubetli, ağrılı köşelerine çekiyordu hızla.
Öyle kuvvetliydiki rüzgarları
Saçlarımı köklerinden çıkarıyor,
Kulaklarımdan girip beynimin her girintisini kum taneleriyle dolduruyordu.
Bahçemdeki köpek yavrularını kovdular
Duvarlarıma balyozlar indirdiler
Çiçeklerimi zehirledier, otlarımı sarattılar.
Yıkıntılarımın arasına bir kuyu koydular
İçinden eller çıktı
Bir sürü...
Bütün bu elleri tanıdım
A,H,F...'ydi ve daha niceleri onlar!
Boynuma, saçlarıma, belime, bileklerime
Bir yılan gibi boğdular beni
Ölmedim.
Kaba saba bir el daha çıktı kuyunun içinden
Derisi çatlamış
Belliki bu eller hiç fırça tutmamış
Kir dolu tırnaklar simsiyah olmuş
Leş gibi bir koku; ama çıkaramıyorum
Benim dünyama ait değil bu pis koku
Öyle iri ellerki bunlar
Bir devin ellerine hiç benzemiyor
Ancak küçük gövdeli adamların
Gölgelerinden büyük elleri var bunların
Tek gözümle görebildiğim gökyüzünü de
Çekip alıyor sol gözümden
Kocaman bir el...
Korkutuyor beni düşlerimde gördüklerimden daha çok!
Sessizce kopardıkları feryad bulutlar gibi büyüyyor başımda
Sessizin uğultusu sona doğru bütün sesleri bastırıyor tek başına
Sadece onun istediği notalar çalarken
Çığlık atamıyorum ben
Bir el gırtlağıma oturmuş
Bir el ses tellerimi eziyor
Toprak mı ayağımın altında kayan
Yoksa sürüklüyorlar mı beni
Bir atın arkasına bağlanmış cariye gibi?
Öyle bir iştahla çekiyorlarki
Açılan topraktan kıvılcımlar yükseliyor
Solucanlar kavruluyor
Kuyunun ağzına geldiğimizde
Kadınlığımdan aldığım güçle direniyorum son kez
Kuyunun dibi derin bir boşluk,
En kara geceden daha kara
Biliyorum,
Bu eller önce buruşturana kadar tenimin tadına varacak
Sonra derimi yüzüpbeni parçalayacak
Gözlerimi çıkarıp ters gömecekler
Bahçemin sararan otları arasına
Her bir elin payına bir gözyaşı düşecek
Yüzülen derimden.
Paramparça olmuş bedenimi leş kargalarına yedirecekler.
Onca eziyetten hırpalanan ruhumu
Bu bahçeye korkuluk yapacaklar
İsa gibi ir daha doğma şansım da olmayacak
Bir daha şansım olmayacak..!
Bir daha ben olmayacağım
Bizi var edemeyecekler
Sana diyorum!
Uyan artık, aç şu bakır renkli gözlerini!
Sen sağır değilsin.
Sakın özenme kulaklarını kesmeye.
Dişiliğini doya doya yaşa
Yoksa bu eller
Senin de en büyük felaketin olacak.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Mutsuzluğumu kıyıya dinlenmek için gelen bir martının kanadına koydum. Uzaklaştır onu benden dedim. Martı, önce beni mutsuz eden hikayeyi dinlemek istedi. Çaresiz anlattım. Gene de sordum martıya niye hikayemi öğrenmek istediğini. Dedi ki "Onu senden ne kadar uzaklaştıracağımı bilmem lazım." "Bir daha bu kıyıya dinlenmek için gelme ne olur" dedim. Olur ya belki düşürüverir kanadından mutsuzluğumu onu terkettiğim bu kıyıda. Martı söz verdi. Denizden küçük bir balık indirdi midesine ve göz kırptı bana. Açtı kocaman kanatlarını. Şimdi heybetli bir görüntüye kavuşmuştu o küçücük kuş. Bütün umudum bu martıydı. Minnet dolu yaşlı gözlerle baktım martıya. Havalandı gökyüzünde. Ağır ağır süzülmeye başladı denizin üstünde. Balık tutanların üzerinden geçti. Hepsi kayıklarında kafalarını kaldırıp en az bir kez baktı bu deniz kuşuna. Bazıları benim gibi gözden yitinceye kadar izledi martıyı. Ve uzak semalara doğru yol aldı sıkıntım.

Yıldız Kayması

Farzetki bu gece bir yıldız kaydı gökyüzünden
İşte o ben olayım.
Sen yine bir dilek tut.
Kim bilir kaç kere tanık oldun yıldız kaymasına
Kim bilir her defasında neler diledin.
Şimdi hatırlıyor musun bunlardan birini bile?
Bu gece gördüğünü de unutacaksın.
Geriye sadece onun izlenimi kalacak
Ben hayatından kayıp giden bir yıldız olacağım
Ve sen o yıldızı bir daha hatırlamayacaksın
Sonra yeni bir yıldız kayacak
Geçmiştekileri yâd edeceksin
Hiçbirinin adının hatırlamadan.
Güzel bir dilek tutacaksın tüm insanlar için
Aslında vicdanını rahatlatmaya çalışırken
Nasılsa milyonlarcası var gökyüzünde
Gün gelince onlara da dokunursun
Atmosferde tüm çabalarıyla tutunmaya çalışarak
Bir bir kayan yıldızların
Geride bıraktığı ışığı izlersin...
Yeni dilekler peşinde kendini kandırarak
Ömrünü iyi bir insan olmaya adadığını söylersin
çevrendekilere
Deniz suar. Deniz ağlar
sessizce.
Kucak açar kaymasına izin verdiğin yıldızlara
Ama hiçbiri düşmez
Onun güvenli kollarına
Yitip giderler bilinmeyen düşlerde
Kim bilir nerede söndürüler ışıklarını
Nerede intihar ederler
Herkesten gizli

14 Ağustos 2009 Cuma

Kaburgalarımın altını kendine mesken edinen sıkıntımın tamamını ya da sanıyorumki büyük bir kısmını bir nefeste verdim. Kendimi daha iyi hissediyorum şimdi. Daha mutluyum. Umarım böyle devam eder. Sonunda iç huzurumun önündeki en büyük engel kalktı.
Günler ne çabuk geçiyor. Ağustosu göz açıp kapayıncaya kadar yarıladık. Umarım ben de kaburgalarımın altına doğru oturup sürekli kendini hatırlatan sıkıntımı yarılarım. Beni sadece yoruyor. Başka bir şey düşünmeme izin vermiyor. Ondan gizli bir şey düşünecek olursam mutlaka bir yerlerden hortluyor ve nasıl başarıyorsa dahil oluyor düşüncelerime.

Hangi yoldan vızır vızır geçtiğini anlayamadığım araba sesleri genelde bana dönemeçli bir yolu arşınlayan kamyon sesi gibi gelir. Eskiden onları dinleyerek uyumak bana zevk verirdi. Şimdiyse tam bir eziyet. Balkondan gördüğüm yolcu gemilerine de inancım kalmadı. Kim kurtaracak beni? Sislerin içinde çıkan bir sandal... Ayakta yüzünü göremediğim uzun boylu, kısa saçlı bir adam elinde bir kürek suya batırıp çıkararak sandalın yol almasını sağlıyor. Hiç konuşmuyor, bana dönmüyor ve hareketlerini birebir taklit ederek nereye götürdüğü belli olmayan sandalı suda sürüklüyor. Belki de bu yolculuğun bir sonu yoktur. Sonuçta her yolculuğun bir sonu olmak zorunda değil. Uzun yolculuklarda ne kadar gidilirse gidilsin sanki yol hiç bitmeyecekmiş gibi gelir insana. Bazen de düşünürsün hangi noktadan sonra "evet, bu kadar yol kat etmişiz" denir diye. Ne kadar gittiğine odaklanmazsan aradan belli bir süre geçtikten sonra dönüp baktığında "epey de bir yol almışız" diyebilirsin; ama nereden itibaren bunu diyebiliyorsun? İşte ben bunu merak ediyorum. Bir sınır olmalı bir nokta...
Sandal sonsuzluğa doğru sürüklenmeye devam ediyor.

Hiç bitmeyen bir yolculuğun hiç bitmeyen heyecanı...

13 Ağustos 2009 Perşembe

8 Ağustos Cumartesi Günkü Ada Yazım

Büyükada' da denize nazır bir çatı katında dalgaların sesini dinleyerek karşı kıyının ışıklarına göz kırpıyorum pencerenin pervazında otururken. Elimde telefon, yazı yazmak için onun cılız ışığından yararlanmaya çalışıyorum. Ben şu an maalesef karşı kıyıyı görüyorum. Başka bir deyişle şehrin ışıklarını... Yalnız bu pencere sahile ve yan evin bahçesine bakıyor. Çok güzel... Yandaki ev müstakil. Bahçesi evin bir önünde ayrı diğer önünde ayrı alabildiğine uzanıyor. Denize bakan kısmında önce bahçe sonra havuz ve en son denize giden bir iskele var; fakat denildiğine göre havuzun altında ayrıca bir ev daha var müştemilattan bozma. Bahçe ve havuz yer yer ışıklandırılmış. Benim kaldığım evin etrafı balkonla çevrili; ama pencereden balkona atlayamıyorum; çünkü sineklik monte edildiği yerlerden inatla kımıldamıyor; fakat salondan balkona geçiş var. Evin etrafını bu şekilde gezebilirsiniz. Ayrıca salonun baktığı balkondan Sedef Adası görülüyor. Evin bu kısmı şehre bakmadığından bana daha hoş geliyor. Ablamın arkadaşı burada yaz kış kalıyor. Kalınır kesinlikle. Kışları ayrı bir güzeldir; ama bahar da görülmeye değerdir. Kısacası burası bir harika. Az insanlı, bol yeşillikli, denizle iç içe, yakamoz, ay, bulutlar, diğer adalar... Beni buraya temelli çağıran bir şey var.

(.............................)

Bahçede havuzun kenarında bir kedi, gökyüzünde şimşekler; ama deniz inadına sakin, ay inadına parlak ve bütün bu manzara bir battaniye gibi sımsıkı sarmalıyor seni, kucaklıyor adeta güvenle. Pis insanların pis oyunları karşı sahilin ışıklarıyla vücut buluyor. Binlerce sokak, binlerce hayat, binlerce yalnızlık, binlerce tuzak... Hepsini karşı sahilde bırakıp bu sahili güvenli bir liman gibi mesken edinmişsin kendine. Huzurun kolları koruyor şimdi seni tüm kötülüklerden.

Gökyüzünde, çam ağaçlarının hemen üstünde asılı gibi duran parlak yıldız bana göz kırpacakken onun başka semalara doğru gitmekte olan bir uçak olduğunu görüyorum ve hemen o anda aklıma şunlar geliyor: Gezgin yıldız, göçebe yıldız...
Artık yatma vakti.
8.Ağustos.2009/Cumartesi
03.13

Beyaz Kayık

Ufuğa uçsuz bucaksız uzanan maviliğe çok yaklaştı
Önünde yumuşak, beyaz kumlar hiç olmadı.

Bastıkça ayağının altında asit gibi eriyen çamurlu topraklar vardı.
Engelleri kanat takıp aşamadı.
Bata çıka yürüdü
Onun eseri olmayan çamurun içinde
Bir türlü hatırlayamadığı
O düşünün başlayacağı kıyıya gitmesi düşlerindeki kadar
Kolay olmadı
Beyaz bir kayık onu bekliyordu kıyının dibinde

Deniz çarşaf gibiydi.
Balıklar ahenkle yüzerken yakamoz sırasını bekliyordu.
Kumsala açılan noktada
Sonsuzluğa uzanan bir orman...
Boğazına kadar çamnura batmışken
Karşısında eşsiz bir tablo izler gibiydi
Sahi kimdi bu fırçanın sahibi?
Düşündü düşündü...
Onun DÜŞLERİYDİ!
Bu çamuru aşmalı
Düşlerini gerçekleştirmeliydi.
Kim bilir ne tuz kokulu mutluluklar onu bekliyordu orada.
Turkuaz renkli tahta bir kapı vardı
İki yeri birbirinden ayıran
O kapıyı gıcırdatmalı,
Ruhunu o eşikten içeri yuvarlamalıydı.
Bedenini öyle sıkı bağlamalıydıki ruhuna ip gibi
Kendini çekip kurtarmalıydı bu çamurdan.
Düşünün sularında yıkanmalı, arınmalıydı.
Kapatmalıydı kapıyı ait olmadğı yerin üzerine.
Sıkı sıkı kilitlemeliydi.

Kilitlemeliydi ki kimseler çalmasındı düşlerini ondan.
Devrim sevgilinin uzaklara takılan gözlerinde kalmasın
Gökteki herhangi bir yıldız
Bir kırlangıcın kısacık ömrü olmasın diye
İyice kilitlemeliydi kapıyı
Palmiyenin yüreğine
Yuva kuran serçeler

Yaprak gibi düşüyorlar
Ve bir süre sonra
Dalında tekrar yaprak oluyorlar
Güvercinler gökyüzünde kümelenmiş
Ayin yapıyor
Kimiz zaman rüzgar oluyorlar kimi zaman bulut
Oradan oraya binbir cıvıltıyla uçarken
Bir martı tek başına ağır ağır süzülüyor
Ve bir balık alık alık yüzüyor
O martının karnında
Yem olacağını bilmeden
Bir serçe
Heyecandan kendini güvercin sanıp
Kümenin ardı sıra kanat çırpıyor

Ve aylardan kasım
Sonbaharın son demlerini
Yaşıyor İstanbul

Özgürlüğe Beş Kala

Bu son tren...
Ya şimdi biletini alır binersin bu trene

Ya da ebediyete kadar hapsolursun bu kadere
Sıkışır kalırsın

Başkaları tarafından çizilmiş sınırlarda
Ve her gün sınırları daralır bu çemberin

Bir nokta olur senle.
İşte o zaman sığamazsın kalıplara
Kaçıp gitmek istesen de geçtir artık
Çok geç!
Özgürlüğe beş kala kalkmıştır son tren.

Babamın gençken yazıp baba olduktan sonra bana itaaf ettiği şiirdir

Bir motor var,
Sabahın bütün ayazını sırtlanmış
Serin sularında Marmara'nın
Bir burukluğu var kalbimde kaderin ve tüm acıların
Bir güneş var kızıl kızıl doğan kendine özgü
İnsancıklar var Yaşamlarını yüklenmiş
Ter ter, öykü öykü

Karanlık

Bu sabah karanlıklara uyandım
Önce gözlerim kapalı sandım
Ama göz kapaklarmı hareket ettirebiliyordum
Sonra henüz sabah olmadı demedim
Pencereye gidip gökyüzüne bakmak istedim
Sanki penceremin önüne
Karanlıktan bir duvar örülnüştü
Dünyayla aramda bir sınır çizen
Herşey karanlıktı. Hareketsiz ve durgun...
Sanki yıldızlar gökyüzünü terketmiş
Gökyüzü dünyayı, dünya beni...
Çevreme baktım,
Çevrem karanlıktı
Çehrem...
Sınırları olmayan bir karanlıkta

Sınırlandırılmıştım sanki
Pencerem karanlıktı, perdelerim karanlık
Çarşafım karanlık.
Bütün örtülerim siyaha boyanmıştı
Perdenin arkasına gizlenmek istesem
Karanlığın arkasına gizleniyordum adeta.
Karanlığın kucağında,
Artık ne sabahlarım ne akşamlarım
ne gündüzlerim ne gecelerim vardı
Her günüm zifiri karanlık bir dipsiz kuyuya
Dönüşmüştü adeta

Bir renk...
Sadece tek bir renk!
Karanlığın ortasında
Okyanuslardan ya da denizlerden kopmuş
Nokta kıvamında bir mavi...
Karanlığın derinliğine alabildiğine uzanan
Bir ufuk çizgisi...
Ufuk çizgisi umuttur. Umuda bir yolculuktur.
O çizgiye varınca
Dünyalar benim olacak sanırsınız
Ve içinizde o çizgiye varmanın umudunu taşırsınız

Herşey bir bir karanlığa teslim edilmiş
Bana sormadan
Beni karanlıklara sarıp sarmalayan bu karanlık güçler kim?
Elimde bir matkap
Dipsiz karanlığa bir delik açsam
Aydınlığı fışkırtsam o karanlıktan
Karanlık tuğlaları yıksam
Örtülerimi maviye boyasam
Bir ufuk çizgisi yaratsam kendime
Çarşafımı, tekneme yelken yapsam
Yunuslar eşlik etse
Süzülsem maviliklerde ufuklara doğru
Karışsam gökyüzüne
Karanlıkları çekip alsam
Saçlarımın üzerinden
Çehrem hep aydınlıklarla ışıldasa